"Ankara'da Edebiyat-Emsal/siz" söyleşiler, Ankara Hürriyet'ten sonra MedaKitap bütünlüğüyle Mayıs 2016'da raflardaki yerini aldı.
KIYISIZ BOŞ SAATLER
"Kalbim, serseriliğim benim"
4 Kasım 2016 Cuma
9 Ocak 2016 Cumartesi
9 Ağustos 2015 Pazar
Ege'den Köyler
Egeli Kadın Yazarlar'ın bir başka projesi "Ege'den Köyler" Dirim Yayıncılık tarafından Nisan 2015'de İzmir Kitap Fuarı'nda okurla buluşturuldu. Vicdan Efe'nin derlediği kitap, Ege'nin köylerini dolaşarak inceleme ve araştırmalarını edebiyat lezzetiyle okurlarına sunan yazarların kaleminden birer belgesel niteliğinde. Kuzey Ege'nin bir köyü olan "Aşkın İğne Oyalı Yeri: Bağyüzü" çalışmamla ben de yer aldım.
Anneler ve Kızları
Egeli Kadın Yazarlar Platformu ve Nezih-Er Yayınları birlikteliğiyle Mine Ömer'in Nisan 2015'de yayına hazırladığı "Anneler ve Kızları" öykü seçkisinde "Anne En Büyük Edebiyattır" öykümle varım.
Ankara Öyküleri
Tekgül Arı ve Tolga Aydoğan'ın yayına hazırladığı; Ankara'da yaşamış, Ankara'yı yaşamış, bu kentin ekmeğini yiyip suyunu içmiş yazarların kaleminden "Ankara Öyküleri" Minval Yayınları tarafından Ocak 2015'de raflardaki yerini aldı. "Hayat Akıyor" adlı öykümle varım...
Günyüzü Mektupları
Egeli Kadın Yazarlar'ın (EKYAZ) "Kalemden Kaleme" projesi kapsamında hazırlanarak Yakın Kitabevi tarafından kitaplaştırılan "Günyüzü Mektupları" Nisan 2014'de okurla buluştu. Kadın yazarların keleminden, ebediyete göçmüş kadın yazarlara (edebiyatın kar altındaki gülleri)mektuplardan oluşan kitapta Tezer Özlü'ye yazmış olduğum mektupla ben de varım. Ayrıntılı bilgi için; http://www.hurriyet.com.tr/ankara/26902730.asp
6 Ekim 2012 Cumartesi
EMPRİME ELBİSELİ KADIN, ANKARA
Bir şehri sevmek o şehirde yaşamakla değil, “şehri
yaşamakla” başlar diye düşünenlerdenim. Çünkü bu sevginin temelinde alışma ve
anlama gibi iki duygunun yattığına inanırım hep. Tatil ya da gezi amaçlı
yolculuklarda içinden geçtiği şehri beğenir, coğrafi güzelliğinden fazlasıyla
etkilenebilir hatta yolunu defalarca oraya düşürme çabasıyla hayaller kurabilir
insan; lakin bir şehri verdiği tüm acılara, yorgunluklara rağmen sevmek ve
sahiplenmektir anlatmak istediğim. Kentli olmak… Artık oralı hissetmekle
ilintilidir.
Bir kıyı kuşu olup da ortalama 900 m
rakıma sahip Ankara’ya konmak/alışmak kolay değildir elbet. Kolay değildir
bozkırın diliyle anlaşmaya çalışmak. Sırf hayat öyle denk getirdi diye hiç
bilmediğin bir iklim ve coğrafyayı anlayabilmek. Zaman ister… Zaman geçer,
hayat öğretir. O şehirdeki varlığına önce sen alışırsın, zamanla o da
seninkine… Bir de bakmışsın ki, uzaklardaki lacivert denizi özler gibi özlemeye
başlamışsın onu memleket dönüşlerinde. Mavisi eksiktir belki şehrimizin ama
“mavi gözlü” şehirlerle kıyaslamak onu, en büyük haksızlıktır bana göre. Bazen o kıyı kentlerini bile imrendirecek
duruşunu, bozkırın ortasındaki modernliğini, aydınlığını, devrimci ruhunu,
öğrencileri bağrına basan kentliyi sarmalayıp kucaklayan stilini, hissettirdiği birlik ve beraberliği, insan
kalitesini, samimiyetini, aidiyet duygusunu, yarattığı alışkanlıktan
vazgeçememeyi bir de “Ankara’da âşık olabilmeyi” ; zaman içerisinde keşfetmek,
yaşamak ve deniz özlemini bastıracak kadar sevmek ise bu şehre yapılabilecek en
büyük övgüdür. Ankara, benim “gri tonlamalı yârim”dir. Politikanın nabzının
burada atmasına ve erkek egemen bakışın ona biçtiği tayyöre inat kadındır
Ankara. Hem de ilkyazın habercisi, ıhlamur kokuları saçan peşi sıra…
Kadın yazarların kaleminde, dilinde
tiril tiril emprime elbisesi rengârenktir. Sanatçılar, edebiyatımızın değerli
yazar ve şairleri yaşamlarının bir döneminde Ankara’yı muhakkak yaşamışlardır
da ondan. Öykü ve romanlarında insan olan öznenin yerine Ankara’yı
yerleştirerek üstelik. Efnan Dervişoğlu’nun hazırladığı “Kadın Öykülerinde
Ankara” kitabındaki 22 öykü, Egeli Kadın Yazarlar Platformu üyesi İnci
Gürbüzatik’in “Misket” romanı, yine aynı gruba mensup Gülseren Engin’in
“Sancılı Kent Ankara”sı, kadın dokunuşlarıyla saçını taramıştır Ankara’nın,
kadın duyarlılığıyla yaklaşıp zarifçe başını okşamıştır. Ama acılarını
dindirmiş, iyileştirmiş midir, yaralarını sarıp sarmalamış mıdır, bilemem
elbet…
“Bir kentin tarihi onun yaşam
öyküsüdür” aynı zamanda. Dününü
bilmeden bugününü anlayamayacağımız. İnsan yıllar sonra bir kente yolculuk
yaptığında kendin(d)e yolculuğa çıkar aslında. Geçmiş düşlerine, çocukluk
oyunlarına doğru… Her köşesinde nice anıların gizlendiği… Adım atsan zaman
denilen yutan elemanı aşıp sanki o günlere dönebilirmiş gibi. Küçücük bir iz
aramak ve bulmak ümidiyle çıkılmış bir yolun daha ilk duraklarında “Ne
kavaktan, ne dereden eser var burada, ne de bağlardan… Geriye kalan sadece
Kavaklıdere Şarapları…” diye yazmak hüzünlendirmiştir belli ki. Tuna
Caddesinin bulvarla birleştiği köşede ünlü “Piknik”i görememek… Oysa
yurtdışında yıllar, yüzyıllar öncesine ait yapılar özellikle sanatçı, yazar ve
bilim adamlarının uğrak yeri mekânlar hala korunurken. Kuğulu Park’a varınca
bir avuç kalmış yeşil alan ve suyu bulanık havuza bakınca neler hissedilir, içi
acır mı insanın..? Ya, zamanın aşklarına tanıklık eden Hacettepe Parkının su
perileri..? Sürgünler sonrasında bir kuşağın aşkları ilhamsız, tadı kekremsi
belki... Giderek küçülen Kızılay meydanında durma akan trafiğin ve oradan oraya
koşuşturan insan selinin arasında 1979’da tarihi eser kapsamından çıkartılıp
yıkılan Kızılay binasını aramaz mı, gözler? Ve genişleyen bulvarla beton
binalar arasında köşeye sıkıştırılan Güven Park, neredeyse görünmez adam… Gökdelen
ise başını güçlükle göğe uzatmış… Lütfen biraz nefes!
Ya, ünlü-ünsüz pek çok önemli insanın
yaşadığı Ulus’un o çok merdivenli arka sokaklarındaki eski Ankara evleri,
Kurtuluş Savaşı’na dair anılar, karargâh evler... Yokluk, yoksulluk arasında
pürtelâş yaşanan hayatlar. Kentin/kentleşmenin kenarında belki ama hayatın tam
kalbinde, belki de hiç yaşayamadan gençliğini yitiren ömürler… Tarihin izi
çoktan silinmiş, yitik ülke insanları gibiyiz artık, hissiz. Örneğin, alıç’ı
ilkin Ankara’da tattım ben, öncesinde bilmezdim ki. Bahçesinde alıç, misket
elma, Ankara armudu dikili evler zamanına da yetişmek isterdim oysa.
Şimdiyse yıkıntılar(ımız) arasında
gezindikçe; “Girenin çıkanın olmadığı kapılar açık işte. Gel, gelebilirsen.
Gir, girebilirsen. Kimi bekliyor olabilir? Umut kapısı olduğunu düşünüyorum,
umudun uğramadığı.”
Acımasız olan yalnızca zaman mı, hiç
mi suçu yok insanoğlunun. Zihnin kıvrımları arasında anılardan
toparlayabildiğin, hafızan elverdiği ölçüde yaşatabildiğin kadarıyla; bir
varmış, bir yokmuş…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)