29 Mart 2010 Pazartesi

DÜN

Henüz yarısında bile değilim hayatımın ama farkındayım… Anıların zamanla biriktiğini ve onları ardımızda bıraktıkça anlamını, önemi kavradığımızı öğrendiğim gibi… Yaşadığımızın kanıtıdır anılar. İçindeyken birer küçük an olarak tüketiriz önce, fark etmeyiz…

Derin denizleri bilmeyen o küçük tekne misali rıhtımdan ayrıldıkça ve adına hayat dediğimiz o ummanın dev dalgalarıyla boğuştukça büyütürüz; belki de eskitiriz bedenimizi, ruhumuzu, kendimizi… Kara parçasının gittikçe küçülen resmindeki gibi an’larımızın birer anı’ya dönüştüğünü fark ederiz sonra. O resim silinse de bir gün, silueti kalır gözlerimizde. Ve hafızamız her geçen an yeniden konumlamasını yaparken önem sırasına göre; anılarımız geri çağrılacakları günün gelmesini beklerler köşelerinde. Sessizce…

Anılarımız içinde en çok hatırlanan ve belki de hiç unutulmayanları sanırım ki çocukluğumuza dair olanları. Artık ilk öğrenilenlerin en son unutulmasından mı yoksa büyüdükçe içimizdeki çocuğu kaybetme korkusundan mı? İstesek de o renkli, eğlenceli bir o kadar da sorumsuz ve her ne yaramazlık yapsak hoş görüleceğini düşündüğümüz o günahsız ve masum günlerimize dönemeyeceğimizden mi?… Ya da her geçen gün, bir dün olduğunda o an(ı)lardan daha da uzaklaşıyor olduğumuz fikriyle yüzleştiğimizden mi?… Bilemem… Tek bildiğim, onları sıkı sıkı tutup bırakmadığımız.

Hızla akan zaman izin verdikçe; yazılar, sohbetler, filmler ve şarkılar anımsattıkça çocukluk anılarımda yolculuğa çıkarım. Tıpkı bir Yeni Türkü klasiği olan Günebakan’daki gibi;
“ Evvel zaman içinde dostlar / Ağaçlara ev kurardık / Tatlı bir düş içinde / Bir yere bir göğe bakardık / Gönlümüz kuş gibiydi dostlar / Dünyaya kanat açardık / Tutsak değildik zamana / Başına buyruk yaşardık / Çocuklardık parlak yıldızlardık o zaman / Ay büyülüydü, yakamoz, deniz / Ardından koştuğumuz son zamandır… ”

Ve ilk anılarımın yeşerdiği kasabamızın değişmez mekânı mahallemizde soluklanırım. Hani şu senaryolaştırılan yerlerin bir benzerinde… Sıcak komşuluk ilişkilerinin yaşandığı zamanlarda...
Birbirine tahammüllü sakinlerin oturduğu, adına şarkılar-şiirler yazılan Fahriye Ablasıyla, Cevriye Hanımıyla… Kasabıyla, bakkalıyla hatta mahallenin delisi ve kedisiyle… Hemen herkesin tanış olduğu… İnsanların birbirinden gülücüklerini ve yardımlarını esirgemediği, akşamüstleri kapı önü sohbetlerinin yapıldığı, gecenin bir yarısı bekçilerin düdük sesleriyle güvenle uyunduğu… Mahalle sakinlerinin büyük bir aile gibi yaşadığı dönemlerdi.

Yaz akşamüstlerinde patlıcan-biber kızartması kokularının ortalığı kapladığı… Ellerimize tutuşturulan salçalı ekmeklerle bir o yana bir bu yana sabahtan akşama koşuşturarak büyüdüğümüz... Düşüp yaralandığımızda ise kendi kendimizi tedavi edebildiğimiz… Gövdesine ilk aşkın kazındığı ağaç gölgelerinde akşamüstleri sözleşip karanlık çöküp de -babalarımız eve geldiğinde- annelerimiz seslenene dek süren, tadına doyumsuz oyunlar kurduğumuz… Çocukça tatlarla beslendiğimiz: Gazoz, pamuk helva, macun ve dondurma… Ama gün boyu sokakta oynayarak enerjimizi harcadığımızdan asla obez olmadığımız, olabildiğince sosyal olduğumuz günlerdi.

O zamanlar siteler kurulmamıştı tabii. Betonlaşma henüz yaygınlaşmamış… Çocuklara oyun parkı diye ayrılan yerlerde toprak yerine zemine çimen görüntüsü veren sentetik malzemeler döşenmemişti. Mahallelerimizde hemen her yer bizim için birer oyun alanıydı. Trafiğin bu kadar yoğun, herkesin ise araç sahibi olmadığı yıllardı. Demir kumbaralarda çocukların para biriktirdiği… Tutumluluk çağının son dönemleri… 70’lerin sonu 80’lerin başıydı.

Ve yıllar sonra bir gün çağ atlama sevdası ile tüketim çılgınlığının kültürümüze enjekte edilmesi sonrasındaki değişim önce mahallelerimizde kendini gösterdi. Büyük bir gıcırtıyla demir kapısı açılan, “bahçelerinde ebruli-hanımeli açan” evlerin sahipleri birer birer göçüp gidince aramızdan… Yerine apartmanların yapılması kaçınılmazdı anlaşılan. Altyapı sorunlarıyla dolu plansız ve çarpık yapılaşmalarla giderek kalabalıklaşan… Park yeri kavgaları yaygınlaşan… Mahalle bakkallarını “mega” marketlere dönüştüren… Her eve bilgisayarın girmesiyle a-sosyal bir nesil yetiştirerek sanal âlemlerdeki aşklarda -kimliksiz belki- teselli arayan… Artık kimsenin birbirini tanımadığı ve tanımak için de çaba harcamadığı, “…bir maniniz yoksa annemler size gelecek…” cümlelerinin kurulmadığı, bir pişirimlik kahve istemek için çocukların komşu kapılarına gönderilmediği, “Türkilizce” tadında garip bir dilin konuşulduğu zamanı yaşıyoruz şimdi.

Dönüp bakıyorum da ardıma… Her adımda… İhsan amcayla Muazzez teyze çoktan göçüp gitmişler aramızdan. Uğruna hastalanmayı göze aldığı o kiraz ağacının yerinde yeller esiyor artık. Astım krizinden birkaç saat sonra kirazları toplama bahanesiyle İhsan amcayı üzerinde gördüğümüz o ağaçtan bahsediyorum. Peki ya, “ Muazzez, çiçekleri çok çok sula ” diye tembihlediği bahçesi… Her gün defalarca yokladığı bahçe kapısındaki posta kutusu… Ona mektup gönderen yok artık. Bana da sarı gül koparan... Ve sarı güller de… Çocukluğumda ipekböceklerim için yaprak topladığım o dut ağacı? Onu da mı kesmişler, kolları balkonumuza uzanan çam ağacı gibi. Muhabbet kuşumuz Maviş o dala konarak misafirimiz olmuştu. Dalında koklaşan kumruları kovalayan gelincik ise bizi ne korkutmuştu. Bağırsam, gecenin bir vakti annemler uyanacak… Balkonda onlardan gizli-saklı âlem yaptığımız ortaya çıkacak. Sanki bilmezlermiş gibi… İlk gençlik yılları işte…

Peki ya bahçe kapısını saran hanımeli? Kokusu gibi balını da ne çok severdim. Çocukken kaç kez orucumu sakatlamıştım bu yüzden. Nisan’da gelincikler de açmaz olmuş artık. Haklılar, açacak yer mi kaldı sanki? Okul dönüşlerinde kendini tehlikeye atarak bana gelincik toplayan abim duymasın bunu. Lale şurubu yapan ablam da… Nihal teyzenin çeşmesiyle beraber Şinasi amcanın korukları da kurumuş zaten. O kekremsi tat… Tembihlere inat terliyken kana kana su içtiğimiz o çeşme… Tümü bahçeli ve tek katlı evlerden oluşan 150 evler mevkii olmuş mu şimdi 150 haneli konutlar?

Üzerinde balık tuttuğumuz ahşap iskeleleri de parçalamışlar çoktan, kıyıdaki kocaman kayayı da… Denizi doldurup sahil yolu yapmışlar. Oysa mahallemizdeki âşıkların buluşma noktasıydılar. Kaç sevdaya tanıklık etmişlerdi kim bilir? Ya da kaç ayrılığa… Arka yoldaki dereye ne demeli peki? Zaten o da, son son akmaz olmuş. Kurbağa sesleri de duyulmaz… Bir seferinde terliğimi düşürmüştüm köprüden geçerken. Kıyısındaki böğürtlenlere giderken… Derenin ötesindeki yeşil alan da arsaymış meğer. Ki, biz oraya “otluk” derdik çocukken. Tam ortasında bir nar ağacı vardı hani… Artık yok. Yerine çok katlı binalar yapılmış. Deniz de görünmüyor. Gün batımı da… Dünün çocukları da çoktan büyümüş, buralara uğramaz olmuş. Niye uğrasınlar ki? Ne çalınacak kapı kaldı eskilerden, ne de o kapıyı açan…

Her şey ne çabuk ve ne çok değişti. Hem yıllar öncesi gibi uzak, hem dün gibi... Elimi uzatsam sanki dokunacağım. Her şey o resimdeki gibi canlı hala… Anılar çocukluğumdan yadigâr bana.
Değişiyoruz kabullenmesek de. Ki büyümek diyoruz buna yetişkinler dilinde. Ama dost sohbetlerinde anıyoruz… Yaşıyoruz yeri geldikçe. Anlıyoruz ki… Yanıyoruz düne… Çünkü özlüyoruz.

Esma
Ocak 2007 / Ankara