7 Aralık 2010 Salı

FİRAR


Çocukça resmedilmiş bir sonbahar günüydü. Mavi gökyüzündeki sarı ve sıcak güneş, bacalardan tüten dumana inat parlatıyordu göğ(s)ümü… Serin ve çiçek kokan bir güne başlamak çocukluktan kalma bir özlemi de duyumsatıyordu beraberinde. Gözlerimi kapasam, zaman tünelindeki düşsel yolculuğum başlayacaktı sanki. Zeytin ağaçları arasında saklambaç oynarken sobelediğim sarışın küçük kız ve o kıyı kenti… Hasat zamanı çiy düşmüş toprağın kokusu, ateşte çıtırdayan zeytin odunu kokusu, deniz kokusu...

“…Kalır aklımda

Çünkü o

Ekim günleriyle aralıksız boyanan

Bir ırmağın durgun sesidir

İyi ya ekim’dir işte, kasım’a ne kalmıştır şurada…” dizeleriyle gözlerimi kırpıştırırken, güneşli sabahlara uyanmayı aratacaktı kapımızın eşiğinde bekleşen kış günleri. Bu özlem yüreğimde ağırlaştırılmış bir hüzne dönüşmeden, firar zamanıydı.


Son gölgelerin uzayıp gittiği yolda şehirden uzaklaşmak, kaçak kömürün sebep olduğu sis perdesini aralıyor, tenimizi güneşin yazdan kalma yakıcılığıyla buluşturuyordu. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından Sorgun Gölet’ine vardığımızda taze çam kokusuna yakalanıyordum önce. Ekipmanlarımın son kontrolünü yaparken suyun sessiz dili çağırıyordu beni, sabırsız... Sel baskınlarını saymazsak su kenarıyla buluşalı uzun zaman önceydi. Yürüyüşe usuldan ve kıyıdan başladığımda, hemen her yağmurda birer şehircilik harikası olan caddelerimizde(!) suyun yıkıcı ve ezici görüntülerine tanık olmasam bu durgunluğun masumiyetine kanabilirdim. Lodos patladığında doruklara çıkıp inebilen çocukluğumun dalgalarının şiddeti de henüz kulaklarımda. İster rüzgârı arkasına alarak tüm öfkesini karaya kussun, isterse şehirlerimizi vursun… Rüzgâr da, su da masum aslında. Belki bizlerden çok…


Gölet’i çevreleyen yeşermiş ovayı adımlarken botlarımın altında “cılk cılk” öten toprağı zorlukla yararak, derecikler halinde suyun havzaya erişme çabasını takdirle karşılıyordum karşılamasına da küçük akıntılar halinde ilerlediğinden sesi henüz duyulmuyordu. Oysa ben suyun “şıkırt” dediği yerin özlemindeydim. Sağlı sollu sıralanmış bir dizi çam tomruğunun arasından tepeye vurduğumuzda, kendimle ve yüreğimle savaşmayı bırakıp doğayla teke tek mücadeleye başlıyordum bu kez de. Soluk soluğa bir tırmanışın ardından geriye kalan tek duygu ise bacak kaslarımdaki tatlı-sert sızıydı. Kuşbakışı, adeta bir su birikintisini andıran Sorgun’u fotoğraf karesine hapsetmeye çalışırken inişe başlamıştık bile. Kıvrımlı bir patikada ilerlerken başımızın metrelerce üzerinde dönenen kara akbabalar kısa bir süreliğine de olsa doğa yürüyüşümüzün eşlikçisiydiler.


Şehirden kilometrelerce uzaktaki, kuş cıvıltılarının ve çekilmeye başlayan güneşin etkisiyle titreşen yaprakların tek ses olduğu bu coğrafyada haftalardır yüreğime çöreklenen tortularımdan arınırken, zihnime çengellenen tek soru(n) içimde biriken kelimelerimi -vakit kaybetmeden- birbiri ardına nasıl dizebileceğimdi. Yol, bizi karşı kıyıya indirdiğinde gün ışığı gölün üzerinde son dansını yapıyor ve suyun yüzeyini kıpırdatacak kadar uzanıp sanki son bir öpücükle gelecek bahara dek veda ediyordu. Renkler (s)olgunlaşıp etrafımızdaki siluetler simsiyah gölgelere dönüştüğünde ise şehre dönüş zamanını yaşıyorduk.


Çocukluğundan beri teni tuzlu suya temas etmiş benim gibi bir denizkızı için kuşkusuz ki hayatın tek an(lam)ı, dalgaların çakıl taşlarıyla söyleştiği o kıyıda denizi kucağıma yatırıp saçlarını parmaklarımla tararken, umutları ufukta aramaktı. Kıyısız kentimin ufuksuz su kenarında çam, meşe palamudu ve soyunan onca yabanıl meyve ağacının arasında gezindiğim o sonbahar ikindisine olsa olsa, usta şairin diliyle “Bir Su Yılı Denebilirdi”.


"...Hadi anlat deseler anlatamam

Bir yere gidiyorken cayıp bir başka yere gitmeyi

Yani bir kunduzu karşıdan karşıya yüzdüren sezgi

Nedir ben bilemem ki

Belki bir rastlantıdır da ondan mı sevdanın yeri

En yakın yeri

En uzak yeri

Bitmeyen yeri…”









Esme

Kasım 2010 / Ankara

10 Nisan 2010 Cumartesi

İKİ ŞEHİR VE KADIN



İnsan herkesten ve her şeyden sıkılıp uzaklaşmak isteyebilir bir an. Yaşadığı şehirden, fikirlerden, etrafını çevreleyen sorulardan ve açıklamalardan… Ben de istedim. Uzaklaşmayı ve kaybettiğim zamanı yakalamayı… Kendimle baş başa ve bir başıma kalabilmeyi… Başkalarından vazgeçme pahasına olsa da bu. Artık vazgeçmekten, kaybetmekten ve insanları hayatımdan çıkarmaktan korkmuyorum. Değişiyor muyum? Bilmiyorum. Ve bu iyi bir şey mi? Onu da bilmiyorum.

Kendimce özgür ve mutlu bir çocukluk geçirdim ben. Tabii, küçük kasaba yaşantısı içinde ailenin en küçüğü olarak büyürken bu, ne kadar özgürlük olabilirse işte! Olsun. Yine de kendime ait gizli, saklı anlar yarattım ben. Hayallerimce özgürdüm. Ve hayal kurmayı sürdürebildiğim ölçüde özgür kalacaktım. Gücünü deli poyrazdan alan ruhum öyle emrediyordu; var gücümle esmeliydim… Estim de… Herkesin tanış olduğu, sakin ve huzurlu kıyı kasabamızda mutlu da oldum. Yine de arınmış bir yaşam olduğunu düşündüm ve büyümek adına burayı aşmanın gerekliliğine inandım. Ve düşlerimi süsleyen tek bir şehir vardı o günlerde: İstanbul…

O zamanlar yolculuğa çıkmayı şimdiki kadar sevmiyordum belki. Yine de bir yerlere gitmek, yeni yerler ve insanlar tanımak, kendimi dinlemek hep çekici gelmişti bana. Korumacı bir ailenin en küçük üyesi olmak ve küçük kasaba insanlarının göz hapsinden kurtulmak isteyişim daha da çekici kılıyordu bu düşüncelerimi. Kaldı ki başrollerini Türkan Şoray, Cihan Ünal ve Hümeyra’nın paylaştığı “Mine” filmini henüz izlememiştim o günlerde. Büyük şehir yaşamını merak ediyordum sonra. Yaşadığım yerde, her yer ve herkes birbirine çok benziyordu. Aynı mekânlar, aynı insanlar, aynı değer yargıları… Seçeneksizlik ruhumu daraltıyordu. Ve burada kalırsam bir gün onlar gibi olmaktan korkuyordum. Bu sebeple her şeye tepki duymaya ve başkaldırmaya başladım. Değişmeli, hatta gelişmeliydim. İstanbul beni ürkütüyordu elbette. Yine de başımın çaresine bakabilmeyi ve belki üzerimdeki koruma kalkanı olmaksızın gerçek hayatı yaşayarak öğrenmeliydim. Ama elim sobanın sıcağında yandığında yaralarımı saracak birilerinin varlığını da bilmeliydim. Öyle de oldu zaten…

Neden sonra bu değişim ve gelişim isteğimin altında aslında kendimden memnuniyetsizliğimin yattığını da fark ettim. Yeterince büyüyememek, sorumluluk al(a)mamak, belki güvensizlik, bazen kendime duyduğum yersiz ve aşırı güven duygusu, aşılanan hata yapma korkusu, “bir aşkı yaşatan ayrıntıları” gizleme çabası, bazen baskı…

Bir zaman sonra ise hayal bile kur(a)madığımı fark ettim, hayallerimden vazgeçtiğimi de… Tüm bunlar benim seçimlerim miydi? Çok sonraları anlayacaktım, insanın hayatını sorgulamaya başlaması mutsuzluklarının da nedeniymiş aslında. Sorgulamayı bırakıp kabullenirsen kendi küçük dünyanda mutlu bile olabilirsin. Gerçi bu yargı hiçbir zaman bana yetmedi. Çünkü ben, bana biçilen yerine önce hep kendi elbisemi denemek istedim. Ve bir başıma yapacağım yolculukların ilkini gerçekleştirerek İstanbul’da ve İstanbul’u yaşadım.

İlk zamanlar İstanbul kollarını pek de şefkatle açmamıştı bana. Kolay olmayacağını biliyordum elbet. Doğrusu bu kadar zorlanacağımı da tahmin etmemiştim. Aileden ve alışkın olduğum o kuytu kasabadan uzaklarda olmak içimin hüzünle kaplanmasına neden oldu bir süre. Yalnızlık böyle bir şeymiş dedim. Hatırlıyorum da böylesi durumlarda yalnız geçirdiğin ilk gün/gece ne zor gelir insana. Kendini oyalamak adına yaptığın numaralar para etmez, teselliler avutmaz yalnızlığını. İçin burkulur, boğazındaki düğüm gittikçe büyür. Sonunda daha fazla dayanamaz ve gözlerin yağmaya başlar. Her şeye rağmen yanında, yakınındaki birilerinin varlığı bir tesellidir belki. Peki, sandığımız kadar yakın mıdırlar gerçekten? Bunun cevabı belki de yok. Çoğu kez aynı sıkıntıları yaşıyor olmanın verdiği çaresizliktir insanları birbirine yaklaştıran. Yeni arkadaşlıklar böyle anlarda kurulur. Öyle ya, tek başına başaramaz bunu çoğu insan. Birileriyle el ele tutuşursan dünyanın yükünü hafifletebilirsin. Ancak mecburiyetin getirdiği bazı arkadaşlar bir süre sonra farklı kişilere terk eder yerini. Bazılarıysa derin izler bırakır. En zor anlarda gelen bir telefonda söylenen “seni kucaklıyorum” cümlesi gibi… Nasıl unutulur ki? O karanlık günlerdeki sıcacık tanımlama, üstelik ben uzaklarda… Bu yüzden midir “hoşça kal” yerine hep “seni kucaklıyorum” demem karşımdakine?

İstanbul’da dikkatimi çeken şeylerden biri de yüzlerce hatta binlerce insanın aynı zaman diliminde birlikte hareket ederek aynı yöne yan yana-omuz omuza ilerlemesi ama varlıklarının farkına bile varmamasıydı. Ruhsuz, ifadesiz ve bazen maskeli çehreleriyle... Bir filmin figüranları gibi… Onlar orda öylece dururlar, olmalıdırlar da. Bunu bilir, ötesiyle ilgilenmezsin. Bu duruma şaştım hep ve bir zamanlar sıkıldığım -sandığım- küçük kasaba insanlarının yalın, gülümser ve meraklı gözlerle bakan yüz ifadelerini özledim. İnsanlar arasındaki derin uçurumları, eğitimlisi ve eğitimsizi, köylüsü ve kentlisi, varsılı ve yoksulu, güzelliği ve çirkinliği, kimliksizliği ve ait olmayı, yalnızlığı ve kalabalığı, eğlenceyi ve rutini, sefayı ve cefayı, mutluluğu ve mutsuzluğu, âşık olmayı ve geride durmayı bir arada barındırmayı başaran bu büyülü şehri verdiği tüm acılara rağmen yine de tadına vararak yaşamak istedim. Vardım ve yaşadım da…

İstanbul kadar bir diğer şehri de çok sevebileceğim henüz aklımda yoktu tabii. Kim bilebilirdi ki? Bir şehirden diğerine giderken aslında yalızca bir şehir seçmediğimi de... Ve bir gün çok sevdiğim mavi gözlü şehrimi bırakarak ardımda gönlümün çekiştirdiği yere denizsiz şehrime -Ankara- gittim. Yeni bir hayat seçtim.

Duygusallığımla beraber duygularımın beni yönlendirmesine hayat boyu izin verdim. Mantık önemliydi elbette ama ben önce yüreğimin sesini dinlemeyi önemsedim. Bu özelliğimin seçimlerimde beni mutlu ve özgür kıldığı kadar bir gün kalbimi çok yoracağını ve hatta acıtacağını hesaplayamadım. Olsun…

Ankaralı olmasam da Ankara’da olmayı sevdim ben, sanırım o da beni… Eğer denizsiz bir şehirde yaşayacaksam orası kesinlikle Ankara olmalı diyecek kadar. Ama biraz vakit aldı bu. Önce Ankara’daki varlığıma alışmam gerekti, zamanla o da benimkine… Önceleri fazla ciddi ve mesafeli bulduğum, bürokrasi ve siyasetin ciddiyetinin şehrin her yerine sinerek ona gri rengini verdiğini düşündüğüm; daha özeline girdiğimde ise şehrin aslında gökkuşağının tüm renklerini içinde barındırdığını ve bir cumhuriyet kadını zarafetiyle bu renkli elbiseyi üzerinde taşıdığını fark etmemle bu fikrimden vazgeçtim. Anladım ki onu İstanbul’la kıyaslamak en büyük haksızlık olurdu. Bazen o kıyı kentlerini bile imrendirecek duruşunu, bozkırın ortasındaki modernliğini, aydınlığını, devrimci ruhunu, öğrencileri bağrına basan kentliyi sarmalayıp kucaklayan stilini, hissettirdiği birlik ve beraberliği, insan kalitesini, samimiyetini, aidiyet duygusunu, yarattığı alışkanlıktan vazgeçememeyi, “Ankara’da âşık olabilmeyi” , özlemeyi; zaman içerisinde keşfetmek, yaşamak ve deniz özlemini bastıracak kadar sevmek ise bu şehre yapılabilecek en büyük övgüydü.

Kuytu kasabamın sınırlarını zorlayarak kendimi aşma ve aradığımı bulma ümidiyle çıkılmış bir yolun ilk durağıydı İstanbul, son durağı da Ankara olacaktı sanırım. Peki, bu yolculuktan bana kalanlar? Ya kayıplarım, yitirilenler? İstanbul’da kendimi keşfetmiştim belli ki ama Ankara büyütmüştü beni. Şehrin kendisiyle değil belki yüreğimle, belleğimle mücadeleyi öğretmişti. Can kırıkları olsa da bir elimizde nisan yağmurlarının yeşerttiği umutlarımızı var etti diğerinde… Çünkü insanın yaralarını sarıp sarmalayan bir havası da var Ankara’nın. Hoyrat değildir İstanbul kadar. Kalbimizi ısırmayı da bilir, öpmeyi de… Bir madalyonun iki yüzü gibi… Kalabalığından sıyrılmak istediğin anlarda kuytusunda bulursun kendini. Ya da beklenmedik bir anda “öteki”nin yüreğinde soluklanırken… Saklı bahçelerin de şehridir çünkü. Bahçe şehirlerin de… Ve yazgıların dönüm noktasıdır Ankara; bu bazen yeni bir iştir, kazanılmış bir sınav belki savaş, mezuniyet sevinci, bir atama, beklenen terfii ve belki cumhuriyettir. Yollarımızın ise kesişme noktasındadır. Yıllar sonra bizi yeniden buluşturur; kendimizle, yüreğimizle, sevdiklerimizle.
Ve yüreğimin peşinden sürüklenerek geldiğim ülkemin kalbinde aradığımı buldum mu, bulamadım mı?

Sen…
Varsın ya…
Ankara.

Esme
Haziran 2007 / Ankara




29 Mart 2010 Pazartesi

DÜN

Henüz yarısında bile değilim hayatımın ama farkındayım… Anıların zamanla biriktiğini ve onları ardımızda bıraktıkça anlamını, önemi kavradığımızı öğrendiğim gibi… Yaşadığımızın kanıtıdır anılar. İçindeyken birer küçük an olarak tüketiriz önce, fark etmeyiz…

Derin denizleri bilmeyen o küçük tekne misali rıhtımdan ayrıldıkça ve adına hayat dediğimiz o ummanın dev dalgalarıyla boğuştukça büyütürüz; belki de eskitiriz bedenimizi, ruhumuzu, kendimizi… Kara parçasının gittikçe küçülen resmindeki gibi an’larımızın birer anı’ya dönüştüğünü fark ederiz sonra. O resim silinse de bir gün, silueti kalır gözlerimizde. Ve hafızamız her geçen an yeniden konumlamasını yaparken önem sırasına göre; anılarımız geri çağrılacakları günün gelmesini beklerler köşelerinde. Sessizce…

Anılarımız içinde en çok hatırlanan ve belki de hiç unutulmayanları sanırım ki çocukluğumuza dair olanları. Artık ilk öğrenilenlerin en son unutulmasından mı yoksa büyüdükçe içimizdeki çocuğu kaybetme korkusundan mı? İstesek de o renkli, eğlenceli bir o kadar da sorumsuz ve her ne yaramazlık yapsak hoş görüleceğini düşündüğümüz o günahsız ve masum günlerimize dönemeyeceğimizden mi?… Ya da her geçen gün, bir dün olduğunda o an(ı)lardan daha da uzaklaşıyor olduğumuz fikriyle yüzleştiğimizden mi?… Bilemem… Tek bildiğim, onları sıkı sıkı tutup bırakmadığımız.

Hızla akan zaman izin verdikçe; yazılar, sohbetler, filmler ve şarkılar anımsattıkça çocukluk anılarımda yolculuğa çıkarım. Tıpkı bir Yeni Türkü klasiği olan Günebakan’daki gibi;
“ Evvel zaman içinde dostlar / Ağaçlara ev kurardık / Tatlı bir düş içinde / Bir yere bir göğe bakardık / Gönlümüz kuş gibiydi dostlar / Dünyaya kanat açardık / Tutsak değildik zamana / Başına buyruk yaşardık / Çocuklardık parlak yıldızlardık o zaman / Ay büyülüydü, yakamoz, deniz / Ardından koştuğumuz son zamandır… ”

Ve ilk anılarımın yeşerdiği kasabamızın değişmez mekânı mahallemizde soluklanırım. Hani şu senaryolaştırılan yerlerin bir benzerinde… Sıcak komşuluk ilişkilerinin yaşandığı zamanlarda...
Birbirine tahammüllü sakinlerin oturduğu, adına şarkılar-şiirler yazılan Fahriye Ablasıyla, Cevriye Hanımıyla… Kasabıyla, bakkalıyla hatta mahallenin delisi ve kedisiyle… Hemen herkesin tanış olduğu… İnsanların birbirinden gülücüklerini ve yardımlarını esirgemediği, akşamüstleri kapı önü sohbetlerinin yapıldığı, gecenin bir yarısı bekçilerin düdük sesleriyle güvenle uyunduğu… Mahalle sakinlerinin büyük bir aile gibi yaşadığı dönemlerdi.

Yaz akşamüstlerinde patlıcan-biber kızartması kokularının ortalığı kapladığı… Ellerimize tutuşturulan salçalı ekmeklerle bir o yana bir bu yana sabahtan akşama koşuşturarak büyüdüğümüz... Düşüp yaralandığımızda ise kendi kendimizi tedavi edebildiğimiz… Gövdesine ilk aşkın kazındığı ağaç gölgelerinde akşamüstleri sözleşip karanlık çöküp de -babalarımız eve geldiğinde- annelerimiz seslenene dek süren, tadına doyumsuz oyunlar kurduğumuz… Çocukça tatlarla beslendiğimiz: Gazoz, pamuk helva, macun ve dondurma… Ama gün boyu sokakta oynayarak enerjimizi harcadığımızdan asla obez olmadığımız, olabildiğince sosyal olduğumuz günlerdi.

O zamanlar siteler kurulmamıştı tabii. Betonlaşma henüz yaygınlaşmamış… Çocuklara oyun parkı diye ayrılan yerlerde toprak yerine zemine çimen görüntüsü veren sentetik malzemeler döşenmemişti. Mahallelerimizde hemen her yer bizim için birer oyun alanıydı. Trafiğin bu kadar yoğun, herkesin ise araç sahibi olmadığı yıllardı. Demir kumbaralarda çocukların para biriktirdiği… Tutumluluk çağının son dönemleri… 70’lerin sonu 80’lerin başıydı.

Ve yıllar sonra bir gün çağ atlama sevdası ile tüketim çılgınlığının kültürümüze enjekte edilmesi sonrasındaki değişim önce mahallelerimizde kendini gösterdi. Büyük bir gıcırtıyla demir kapısı açılan, “bahçelerinde ebruli-hanımeli açan” evlerin sahipleri birer birer göçüp gidince aramızdan… Yerine apartmanların yapılması kaçınılmazdı anlaşılan. Altyapı sorunlarıyla dolu plansız ve çarpık yapılaşmalarla giderek kalabalıklaşan… Park yeri kavgaları yaygınlaşan… Mahalle bakkallarını “mega” marketlere dönüştüren… Her eve bilgisayarın girmesiyle a-sosyal bir nesil yetiştirerek sanal âlemlerdeki aşklarda -kimliksiz belki- teselli arayan… Artık kimsenin birbirini tanımadığı ve tanımak için de çaba harcamadığı, “…bir maniniz yoksa annemler size gelecek…” cümlelerinin kurulmadığı, bir pişirimlik kahve istemek için çocukların komşu kapılarına gönderilmediği, “Türkilizce” tadında garip bir dilin konuşulduğu zamanı yaşıyoruz şimdi.

Dönüp bakıyorum da ardıma… Her adımda… İhsan amcayla Muazzez teyze çoktan göçüp gitmişler aramızdan. Uğruna hastalanmayı göze aldığı o kiraz ağacının yerinde yeller esiyor artık. Astım krizinden birkaç saat sonra kirazları toplama bahanesiyle İhsan amcayı üzerinde gördüğümüz o ağaçtan bahsediyorum. Peki ya, “ Muazzez, çiçekleri çok çok sula ” diye tembihlediği bahçesi… Her gün defalarca yokladığı bahçe kapısındaki posta kutusu… Ona mektup gönderen yok artık. Bana da sarı gül koparan... Ve sarı güller de… Çocukluğumda ipekböceklerim için yaprak topladığım o dut ağacı? Onu da mı kesmişler, kolları balkonumuza uzanan çam ağacı gibi. Muhabbet kuşumuz Maviş o dala konarak misafirimiz olmuştu. Dalında koklaşan kumruları kovalayan gelincik ise bizi ne korkutmuştu. Bağırsam, gecenin bir vakti annemler uyanacak… Balkonda onlardan gizli-saklı âlem yaptığımız ortaya çıkacak. Sanki bilmezlermiş gibi… İlk gençlik yılları işte…

Peki ya bahçe kapısını saran hanımeli? Kokusu gibi balını da ne çok severdim. Çocukken kaç kez orucumu sakatlamıştım bu yüzden. Nisan’da gelincikler de açmaz olmuş artık. Haklılar, açacak yer mi kaldı sanki? Okul dönüşlerinde kendini tehlikeye atarak bana gelincik toplayan abim duymasın bunu. Lale şurubu yapan ablam da… Nihal teyzenin çeşmesiyle beraber Şinasi amcanın korukları da kurumuş zaten. O kekremsi tat… Tembihlere inat terliyken kana kana su içtiğimiz o çeşme… Tümü bahçeli ve tek katlı evlerden oluşan 150 evler mevkii olmuş mu şimdi 150 haneli konutlar?

Üzerinde balık tuttuğumuz ahşap iskeleleri de parçalamışlar çoktan, kıyıdaki kocaman kayayı da… Denizi doldurup sahil yolu yapmışlar. Oysa mahallemizdeki âşıkların buluşma noktasıydılar. Kaç sevdaya tanıklık etmişlerdi kim bilir? Ya da kaç ayrılığa… Arka yoldaki dereye ne demeli peki? Zaten o da, son son akmaz olmuş. Kurbağa sesleri de duyulmaz… Bir seferinde terliğimi düşürmüştüm köprüden geçerken. Kıyısındaki böğürtlenlere giderken… Derenin ötesindeki yeşil alan da arsaymış meğer. Ki, biz oraya “otluk” derdik çocukken. Tam ortasında bir nar ağacı vardı hani… Artık yok. Yerine çok katlı binalar yapılmış. Deniz de görünmüyor. Gün batımı da… Dünün çocukları da çoktan büyümüş, buralara uğramaz olmuş. Niye uğrasınlar ki? Ne çalınacak kapı kaldı eskilerden, ne de o kapıyı açan…

Her şey ne çabuk ve ne çok değişti. Hem yıllar öncesi gibi uzak, hem dün gibi... Elimi uzatsam sanki dokunacağım. Her şey o resimdeki gibi canlı hala… Anılar çocukluğumdan yadigâr bana.
Değişiyoruz kabullenmesek de. Ki büyümek diyoruz buna yetişkinler dilinde. Ama dost sohbetlerinde anıyoruz… Yaşıyoruz yeri geldikçe. Anlıyoruz ki… Yanıyoruz düne… Çünkü özlüyoruz.

Esma
Ocak 2007 / Ankara