6 Ekim 2012 Cumartesi

EMPRİME ELBİSELİ KADIN, ANKARA


Bir şehri sevmek o şehirde yaşamakla değil, “şehri yaşamakla” başlar diye düşünenlerdenim. Çünkü bu sevginin temelinde alışma ve anlama gibi iki duygunun yattığına inanırım hep. Tatil ya da gezi amaçlı yolculuklarda içinden geçtiği şehri beğenir, coğrafi güzelliğinden fazlasıyla etkilenebilir hatta yolunu defalarca oraya düşürme çabasıyla hayaller kurabilir insan; lakin bir şehri verdiği tüm acılara, yorgunluklara rağmen sevmek ve sahiplenmektir anlatmak istediğim. Kentli olmak… Artık oralı hissetmekle ilintilidir.
Bir kıyı kuşu olup da ortalama 900 m rakıma sahip Ankara’ya konmak/alışmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bozkırın diliyle anlaşmaya çalışmak. Sırf hayat öyle denk getirdi diye hiç bilmediğin bir iklim ve coğrafyayı anlayabilmek. Zaman ister… Zaman geçer, hayat öğretir. O şehirdeki varlığına önce sen alışırsın, zamanla o da seninkine… Bir de bakmışsın ki, uzaklardaki lacivert denizi özler gibi özlemeye başlamışsın onu memleket dönüşlerinde. Mavisi eksiktir belki şehrimizin ama “mavi gözlü” şehirlerle kıyaslamak onu, en büyük haksızlıktır bana göre.  Bazen o kıyı kentlerini bile imrendirecek duruşunu, bozkırın ortasındaki modernliğini, aydınlığını, devrimci ruhunu, öğrencileri bağrına basan kentliyi sarmalayıp kucaklayan stilini,  hissettirdiği birlik ve beraberliği, insan kalitesini, samimiyetini, aidiyet duygusunu, yarattığı alışkanlıktan vazgeçememeyi bir de “Ankara’da âşık olabilmeyi” ; zaman içerisinde keşfetmek, yaşamak ve deniz özlemini bastıracak kadar sevmek ise bu şehre yapılabilecek en büyük övgüdür. Ankara, benim “gri tonlamalı yârim”dir. Politikanın nabzının burada atmasına ve erkek egemen bakışın ona biçtiği tayyöre inat kadındır Ankara. Hem de ilkyazın habercisi, ıhlamur kokuları saçan peşi sıra…
Kadın yazarların kaleminde, dilinde tiril tiril emprime elbisesi rengârenktir. Sanatçılar, edebiyatımızın değerli yazar ve şairleri yaşamlarının bir döneminde Ankara’yı muhakkak yaşamışlardır da ondan. Öykü ve romanlarında insan olan öznenin yerine Ankara’yı yerleştirerek üstelik. Efnan Dervişoğlu’nun hazırladığı “Kadın Öykülerinde Ankara” kitabındaki 22 öykü, Egeli Kadın Yazarlar Platformu üyesi İnci Gürbüzatik’in “Misket” romanı, yine aynı gruba mensup Gülseren Engin’in “Sancılı Kent Ankara”sı, kadın dokunuşlarıyla saçını taramıştır Ankara’nın, kadın duyarlılığıyla yaklaşıp zarifçe başını okşamıştır. Ama acılarını dindirmiş, iyileştirmiş midir, yaralarını sarıp sarmalamış mıdır, bilemem elbet…
“Bir kentin tarihi onun yaşam öyküsüdür” aynı zamanda. Dününü bilmeden bugününü anlayamayacağımız. İnsan yıllar sonra bir kente yolculuk yaptığında kendin(d)e yolculuğa çıkar aslında. Geçmiş düşlerine, çocukluk oyunlarına doğru… Her köşesinde nice anıların gizlendiği… Adım atsan zaman denilen yutan elemanı aşıp sanki o günlere dönebilirmiş gibi. Küçücük bir iz aramak ve bulmak ümidiyle çıkılmış bir yolun daha ilk duraklarında “Ne kavaktan, ne dereden eser var burada, ne de bağlardan… Geriye kalan sadece Kavaklıdere Şarapları…” diye yazmak hüzünlendirmiştir belli ki. Tuna Caddesinin bulvarla birleştiği köşede ünlü “Piknik”i görememek… Oysa yurtdışında yıllar, yüzyıllar öncesine ait yapılar özellikle sanatçı, yazar ve bilim adamlarının uğrak yeri mekânlar hala korunurken. Kuğulu Park’a varınca bir avuç kalmış yeşil alan ve suyu bulanık havuza bakınca neler hissedilir, içi acır mı insanın..? Ya, zamanın aşklarına tanıklık eden Hacettepe Parkının su perileri..? Sürgünler sonrasında bir kuşağın aşkları ilhamsız, tadı kekremsi belki... Giderek küçülen Kızılay meydanında durma akan trafiğin ve oradan oraya koşuşturan insan selinin arasında 1979’da tarihi eser kapsamından çıkartılıp yıkılan Kızılay binasını aramaz mı, gözler? Ve genişleyen bulvarla beton binalar arasında köşeye sıkıştırılan Güven Park, neredeyse görünmez adam… Gökdelen ise başını güçlükle göğe uzatmış… Lütfen biraz nefes!
Ya, ünlü-ünsüz pek çok önemli insanın yaşadığı Ulus’un o çok merdivenli arka sokaklarındaki eski Ankara evleri, Kurtuluş Savaşı’na dair anılar, karargâh evler... Yokluk, yoksulluk arasında pürtelâş yaşanan hayatlar. Kentin/kentleşmenin kenarında belki ama hayatın tam kalbinde, belki de hiç yaşayamadan gençliğini yitiren ömürler… Tarihin izi çoktan silinmiş, yitik ülke insanları gibiyiz artık, hissiz. Örneğin, alıç’ı ilkin Ankara’da tattım ben, öncesinde bilmezdim ki. Bahçesinde alıç, misket elma, Ankara armudu dikili evler zamanına da yetişmek isterdim oysa.
Şimdiyse yıkıntılar(ımız) arasında gezindikçe; “Girenin çıkanın olmadığı kapılar açık işte. Gel, gelebilirsen. Gir, girebilirsen. Kimi bekliyor olabilir? Umut kapısı olduğunu düşünüyorum, umudun uğramadığı.”
Acımasız olan yalnızca zaman mı, hiç mi suçu yok insanoğlunun. Zihnin kıvrımları arasında anılardan toparlayabildiğin, hafızan elverdiği ölçüde yaşatabildiğin kadarıyla; bir varmış, bir yokmuş…