7 Aralık 2010 Salı

FİRAR


Çocukça resmedilmiş bir sonbahar günüydü. Mavi gökyüzündeki sarı ve sıcak güneş, bacalardan tüten dumana inat parlatıyordu göğ(s)ümü… Serin ve çiçek kokan bir güne başlamak çocukluktan kalma bir özlemi de duyumsatıyordu beraberinde. Gözlerimi kapasam, zaman tünelindeki düşsel yolculuğum başlayacaktı sanki. Zeytin ağaçları arasında saklambaç oynarken sobelediğim sarışın küçük kız ve o kıyı kenti… Hasat zamanı çiy düşmüş toprağın kokusu, ateşte çıtırdayan zeytin odunu kokusu, deniz kokusu...

“…Kalır aklımda

Çünkü o

Ekim günleriyle aralıksız boyanan

Bir ırmağın durgun sesidir

İyi ya ekim’dir işte, kasım’a ne kalmıştır şurada…” dizeleriyle gözlerimi kırpıştırırken, güneşli sabahlara uyanmayı aratacaktı kapımızın eşiğinde bekleşen kış günleri. Bu özlem yüreğimde ağırlaştırılmış bir hüzne dönüşmeden, firar zamanıydı.


Son gölgelerin uzayıp gittiği yolda şehirden uzaklaşmak, kaçak kömürün sebep olduğu sis perdesini aralıyor, tenimizi güneşin yazdan kalma yakıcılığıyla buluşturuyordu. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından Sorgun Gölet’ine vardığımızda taze çam kokusuna yakalanıyordum önce. Ekipmanlarımın son kontrolünü yaparken suyun sessiz dili çağırıyordu beni, sabırsız... Sel baskınlarını saymazsak su kenarıyla buluşalı uzun zaman önceydi. Yürüyüşe usuldan ve kıyıdan başladığımda, hemen her yağmurda birer şehircilik harikası olan caddelerimizde(!) suyun yıkıcı ve ezici görüntülerine tanık olmasam bu durgunluğun masumiyetine kanabilirdim. Lodos patladığında doruklara çıkıp inebilen çocukluğumun dalgalarının şiddeti de henüz kulaklarımda. İster rüzgârı arkasına alarak tüm öfkesini karaya kussun, isterse şehirlerimizi vursun… Rüzgâr da, su da masum aslında. Belki bizlerden çok…


Gölet’i çevreleyen yeşermiş ovayı adımlarken botlarımın altında “cılk cılk” öten toprağı zorlukla yararak, derecikler halinde suyun havzaya erişme çabasını takdirle karşılıyordum karşılamasına da küçük akıntılar halinde ilerlediğinden sesi henüz duyulmuyordu. Oysa ben suyun “şıkırt” dediği yerin özlemindeydim. Sağlı sollu sıralanmış bir dizi çam tomruğunun arasından tepeye vurduğumuzda, kendimle ve yüreğimle savaşmayı bırakıp doğayla teke tek mücadeleye başlıyordum bu kez de. Soluk soluğa bir tırmanışın ardından geriye kalan tek duygu ise bacak kaslarımdaki tatlı-sert sızıydı. Kuşbakışı, adeta bir su birikintisini andıran Sorgun’u fotoğraf karesine hapsetmeye çalışırken inişe başlamıştık bile. Kıvrımlı bir patikada ilerlerken başımızın metrelerce üzerinde dönenen kara akbabalar kısa bir süreliğine de olsa doğa yürüyüşümüzün eşlikçisiydiler.


Şehirden kilometrelerce uzaktaki, kuş cıvıltılarının ve çekilmeye başlayan güneşin etkisiyle titreşen yaprakların tek ses olduğu bu coğrafyada haftalardır yüreğime çöreklenen tortularımdan arınırken, zihnime çengellenen tek soru(n) içimde biriken kelimelerimi -vakit kaybetmeden- birbiri ardına nasıl dizebileceğimdi. Yol, bizi karşı kıyıya indirdiğinde gün ışığı gölün üzerinde son dansını yapıyor ve suyun yüzeyini kıpırdatacak kadar uzanıp sanki son bir öpücükle gelecek bahara dek veda ediyordu. Renkler (s)olgunlaşıp etrafımızdaki siluetler simsiyah gölgelere dönüştüğünde ise şehre dönüş zamanını yaşıyorduk.


Çocukluğundan beri teni tuzlu suya temas etmiş benim gibi bir denizkızı için kuşkusuz ki hayatın tek an(lam)ı, dalgaların çakıl taşlarıyla söyleştiği o kıyıda denizi kucağıma yatırıp saçlarını parmaklarımla tararken, umutları ufukta aramaktı. Kıyısız kentimin ufuksuz su kenarında çam, meşe palamudu ve soyunan onca yabanıl meyve ağacının arasında gezindiğim o sonbahar ikindisine olsa olsa, usta şairin diliyle “Bir Su Yılı Denebilirdi”.


"...Hadi anlat deseler anlatamam

Bir yere gidiyorken cayıp bir başka yere gitmeyi

Yani bir kunduzu karşıdan karşıya yüzdüren sezgi

Nedir ben bilemem ki

Belki bir rastlantıdır da ondan mı sevdanın yeri

En yakın yeri

En uzak yeri

Bitmeyen yeri…”









Esme

Kasım 2010 / Ankara