10 Nisan 2010 Cumartesi

İKİ ŞEHİR VE KADIN



İnsan herkesten ve her şeyden sıkılıp uzaklaşmak isteyebilir bir an. Yaşadığı şehirden, fikirlerden, etrafını çevreleyen sorulardan ve açıklamalardan… Ben de istedim. Uzaklaşmayı ve kaybettiğim zamanı yakalamayı… Kendimle baş başa ve bir başıma kalabilmeyi… Başkalarından vazgeçme pahasına olsa da bu. Artık vazgeçmekten, kaybetmekten ve insanları hayatımdan çıkarmaktan korkmuyorum. Değişiyor muyum? Bilmiyorum. Ve bu iyi bir şey mi? Onu da bilmiyorum.

Kendimce özgür ve mutlu bir çocukluk geçirdim ben. Tabii, küçük kasaba yaşantısı içinde ailenin en küçüğü olarak büyürken bu, ne kadar özgürlük olabilirse işte! Olsun. Yine de kendime ait gizli, saklı anlar yarattım ben. Hayallerimce özgürdüm. Ve hayal kurmayı sürdürebildiğim ölçüde özgür kalacaktım. Gücünü deli poyrazdan alan ruhum öyle emrediyordu; var gücümle esmeliydim… Estim de… Herkesin tanış olduğu, sakin ve huzurlu kıyı kasabamızda mutlu da oldum. Yine de arınmış bir yaşam olduğunu düşündüm ve büyümek adına burayı aşmanın gerekliliğine inandım. Ve düşlerimi süsleyen tek bir şehir vardı o günlerde: İstanbul…

O zamanlar yolculuğa çıkmayı şimdiki kadar sevmiyordum belki. Yine de bir yerlere gitmek, yeni yerler ve insanlar tanımak, kendimi dinlemek hep çekici gelmişti bana. Korumacı bir ailenin en küçük üyesi olmak ve küçük kasaba insanlarının göz hapsinden kurtulmak isteyişim daha da çekici kılıyordu bu düşüncelerimi. Kaldı ki başrollerini Türkan Şoray, Cihan Ünal ve Hümeyra’nın paylaştığı “Mine” filmini henüz izlememiştim o günlerde. Büyük şehir yaşamını merak ediyordum sonra. Yaşadığım yerde, her yer ve herkes birbirine çok benziyordu. Aynı mekânlar, aynı insanlar, aynı değer yargıları… Seçeneksizlik ruhumu daraltıyordu. Ve burada kalırsam bir gün onlar gibi olmaktan korkuyordum. Bu sebeple her şeye tepki duymaya ve başkaldırmaya başladım. Değişmeli, hatta gelişmeliydim. İstanbul beni ürkütüyordu elbette. Yine de başımın çaresine bakabilmeyi ve belki üzerimdeki koruma kalkanı olmaksızın gerçek hayatı yaşayarak öğrenmeliydim. Ama elim sobanın sıcağında yandığında yaralarımı saracak birilerinin varlığını da bilmeliydim. Öyle de oldu zaten…

Neden sonra bu değişim ve gelişim isteğimin altında aslında kendimden memnuniyetsizliğimin yattığını da fark ettim. Yeterince büyüyememek, sorumluluk al(a)mamak, belki güvensizlik, bazen kendime duyduğum yersiz ve aşırı güven duygusu, aşılanan hata yapma korkusu, “bir aşkı yaşatan ayrıntıları” gizleme çabası, bazen baskı…

Bir zaman sonra ise hayal bile kur(a)madığımı fark ettim, hayallerimden vazgeçtiğimi de… Tüm bunlar benim seçimlerim miydi? Çok sonraları anlayacaktım, insanın hayatını sorgulamaya başlaması mutsuzluklarının da nedeniymiş aslında. Sorgulamayı bırakıp kabullenirsen kendi küçük dünyanda mutlu bile olabilirsin. Gerçi bu yargı hiçbir zaman bana yetmedi. Çünkü ben, bana biçilen yerine önce hep kendi elbisemi denemek istedim. Ve bir başıma yapacağım yolculukların ilkini gerçekleştirerek İstanbul’da ve İstanbul’u yaşadım.

İlk zamanlar İstanbul kollarını pek de şefkatle açmamıştı bana. Kolay olmayacağını biliyordum elbet. Doğrusu bu kadar zorlanacağımı da tahmin etmemiştim. Aileden ve alışkın olduğum o kuytu kasabadan uzaklarda olmak içimin hüzünle kaplanmasına neden oldu bir süre. Yalnızlık böyle bir şeymiş dedim. Hatırlıyorum da böylesi durumlarda yalnız geçirdiğin ilk gün/gece ne zor gelir insana. Kendini oyalamak adına yaptığın numaralar para etmez, teselliler avutmaz yalnızlığını. İçin burkulur, boğazındaki düğüm gittikçe büyür. Sonunda daha fazla dayanamaz ve gözlerin yağmaya başlar. Her şeye rağmen yanında, yakınındaki birilerinin varlığı bir tesellidir belki. Peki, sandığımız kadar yakın mıdırlar gerçekten? Bunun cevabı belki de yok. Çoğu kez aynı sıkıntıları yaşıyor olmanın verdiği çaresizliktir insanları birbirine yaklaştıran. Yeni arkadaşlıklar böyle anlarda kurulur. Öyle ya, tek başına başaramaz bunu çoğu insan. Birileriyle el ele tutuşursan dünyanın yükünü hafifletebilirsin. Ancak mecburiyetin getirdiği bazı arkadaşlar bir süre sonra farklı kişilere terk eder yerini. Bazılarıysa derin izler bırakır. En zor anlarda gelen bir telefonda söylenen “seni kucaklıyorum” cümlesi gibi… Nasıl unutulur ki? O karanlık günlerdeki sıcacık tanımlama, üstelik ben uzaklarda… Bu yüzden midir “hoşça kal” yerine hep “seni kucaklıyorum” demem karşımdakine?

İstanbul’da dikkatimi çeken şeylerden biri de yüzlerce hatta binlerce insanın aynı zaman diliminde birlikte hareket ederek aynı yöne yan yana-omuz omuza ilerlemesi ama varlıklarının farkına bile varmamasıydı. Ruhsuz, ifadesiz ve bazen maskeli çehreleriyle... Bir filmin figüranları gibi… Onlar orda öylece dururlar, olmalıdırlar da. Bunu bilir, ötesiyle ilgilenmezsin. Bu duruma şaştım hep ve bir zamanlar sıkıldığım -sandığım- küçük kasaba insanlarının yalın, gülümser ve meraklı gözlerle bakan yüz ifadelerini özledim. İnsanlar arasındaki derin uçurumları, eğitimlisi ve eğitimsizi, köylüsü ve kentlisi, varsılı ve yoksulu, güzelliği ve çirkinliği, kimliksizliği ve ait olmayı, yalnızlığı ve kalabalığı, eğlenceyi ve rutini, sefayı ve cefayı, mutluluğu ve mutsuzluğu, âşık olmayı ve geride durmayı bir arada barındırmayı başaran bu büyülü şehri verdiği tüm acılara rağmen yine de tadına vararak yaşamak istedim. Vardım ve yaşadım da…

İstanbul kadar bir diğer şehri de çok sevebileceğim henüz aklımda yoktu tabii. Kim bilebilirdi ki? Bir şehirden diğerine giderken aslında yalızca bir şehir seçmediğimi de... Ve bir gün çok sevdiğim mavi gözlü şehrimi bırakarak ardımda gönlümün çekiştirdiği yere denizsiz şehrime -Ankara- gittim. Yeni bir hayat seçtim.

Duygusallığımla beraber duygularımın beni yönlendirmesine hayat boyu izin verdim. Mantık önemliydi elbette ama ben önce yüreğimin sesini dinlemeyi önemsedim. Bu özelliğimin seçimlerimde beni mutlu ve özgür kıldığı kadar bir gün kalbimi çok yoracağını ve hatta acıtacağını hesaplayamadım. Olsun…

Ankaralı olmasam da Ankara’da olmayı sevdim ben, sanırım o da beni… Eğer denizsiz bir şehirde yaşayacaksam orası kesinlikle Ankara olmalı diyecek kadar. Ama biraz vakit aldı bu. Önce Ankara’daki varlığıma alışmam gerekti, zamanla o da benimkine… Önceleri fazla ciddi ve mesafeli bulduğum, bürokrasi ve siyasetin ciddiyetinin şehrin her yerine sinerek ona gri rengini verdiğini düşündüğüm; daha özeline girdiğimde ise şehrin aslında gökkuşağının tüm renklerini içinde barındırdığını ve bir cumhuriyet kadını zarafetiyle bu renkli elbiseyi üzerinde taşıdığını fark etmemle bu fikrimden vazgeçtim. Anladım ki onu İstanbul’la kıyaslamak en büyük haksızlık olurdu. Bazen o kıyı kentlerini bile imrendirecek duruşunu, bozkırın ortasındaki modernliğini, aydınlığını, devrimci ruhunu, öğrencileri bağrına basan kentliyi sarmalayıp kucaklayan stilini, hissettirdiği birlik ve beraberliği, insan kalitesini, samimiyetini, aidiyet duygusunu, yarattığı alışkanlıktan vazgeçememeyi, “Ankara’da âşık olabilmeyi” , özlemeyi; zaman içerisinde keşfetmek, yaşamak ve deniz özlemini bastıracak kadar sevmek ise bu şehre yapılabilecek en büyük övgüydü.

Kuytu kasabamın sınırlarını zorlayarak kendimi aşma ve aradığımı bulma ümidiyle çıkılmış bir yolun ilk durağıydı İstanbul, son durağı da Ankara olacaktı sanırım. Peki, bu yolculuktan bana kalanlar? Ya kayıplarım, yitirilenler? İstanbul’da kendimi keşfetmiştim belli ki ama Ankara büyütmüştü beni. Şehrin kendisiyle değil belki yüreğimle, belleğimle mücadeleyi öğretmişti. Can kırıkları olsa da bir elimizde nisan yağmurlarının yeşerttiği umutlarımızı var etti diğerinde… Çünkü insanın yaralarını sarıp sarmalayan bir havası da var Ankara’nın. Hoyrat değildir İstanbul kadar. Kalbimizi ısırmayı da bilir, öpmeyi de… Bir madalyonun iki yüzü gibi… Kalabalığından sıyrılmak istediğin anlarda kuytusunda bulursun kendini. Ya da beklenmedik bir anda “öteki”nin yüreğinde soluklanırken… Saklı bahçelerin de şehridir çünkü. Bahçe şehirlerin de… Ve yazgıların dönüm noktasıdır Ankara; bu bazen yeni bir iştir, kazanılmış bir sınav belki savaş, mezuniyet sevinci, bir atama, beklenen terfii ve belki cumhuriyettir. Yollarımızın ise kesişme noktasındadır. Yıllar sonra bizi yeniden buluşturur; kendimizle, yüreğimizle, sevdiklerimizle.
Ve yüreğimin peşinden sürüklenerek geldiğim ülkemin kalbinde aradığımı buldum mu, bulamadım mı?

Sen…
Varsın ya…
Ankara.

Esme
Haziran 2007 / Ankara




2 yorum:

  1. Ankara'ya üniversite için geleceğimi öğrendiğim gün Bodrum'da deniz kıyısındaydım, deniz manzaralı Gemlik'teki evimizi anımsayarak geldim Ankara'ya... Seninle tanıştığımız kenti ne güzel anlatmışsın... Türkiye'nin kalbinde kendi kalbini yormadan, sorgulamadan bulduğunla mutlu olmanı diliyorum.

    YanıtlaSil
  2. Uzaklardaki eski dost.... Sesimi duyurabilmek, sesini duymak ne güzel. Uzaktasın ama varsın ya...
    Sevgiye,
    Esme

    YanıtlaSil